Sayın
Oktavio PAZ,
Cevabım
gecikti, kusura bakma. 1961’de yazdığın mektubu ben
maalesef 1990’larda okudum. Ve şimdi cevaplıyorum.
“Viva
Mexico, hijos La Chingada”
“Yaşasın
Meksikalılar, vay gidi…. ırzına geçilmiş ananın oğulları.”
Ürktüm
ve irkildim, Senyör Paz… Meksikalıların futbol maçlarında
ya da boğa güreşlerinde haykırdıklarını söylediğin
bu slogan doğrusu hayli çarptı beni. Meksikalı ruhun
bir maske olarak taşıdığı yalnızlığın ve suskunluğun
kökeninde “büyük beyaz adam”ın atalarınızı ve ülkenizi
iğfalini bir türlü unutamamak yatıyor demek. Diyorsun
ki; “Meksikalı’nın yalnızlığı Aztekli La Malinche
ana ile İspanyol Fatih Cortes baba’nın mutsuz birleşiminden
doğan geriye dönülmez, geleceğe ertelenmez ve çözümü
bulunmaz türden bir yalnızlıktır. Meksika tarihi,
yitirdiği ana-babasını, soyunu sopunu arayan ‘insan’ın
öyküsüdür. Serüveninin ayrı dönemlerinde Fransa’nın,
İspanya’nın, Birleşik Devletlerin ve kendi zorba liderlerinin
etkisi altında kalan bu insan, tarih sahnesinde, zaman
zaman göz kamaştırıcı şimşekler çakan bir kuyrukluyıldız
gibi dolaşır. Neyin ardındadır, o belirsiz yörüngede?
Sanırım ki, çok eskiden geçirdiği öldürücü bir yıkım
olayına dönmek ister. Zorla kapı dışarı edildiği yaşamın
koynunda, güneş gibi yeniden doğmak ister..Yalnızlığımızın
kökleri dinsel duygularla birleşir. Bir tür yetimlik,
bir “bütün”den koparılmış olduğumuz bilincinin verdiği
belli belirsiz bir acı, coşkulu bir arayış: Bir uçuş
ve geri dönüş. Bizi evrenle birleştirecek olan bağların
yeniden kurulması, gibi…”
Sayın
Paz; bir düşünür, eleştirmen, diplomat ve ozan olarak,
Latin Amerika’nın P.Neruda, L.Barges, Asturias, Vescancelos
gibi edebiyat ustalarından biri olduğunu biliyorum.
İspanyol ve yerli kanları taşıyan bir Mestizo (melez)
olduğun ve Meksikalı yerli kanına yakın durduğun için
olsa gerek, bu bilgece Mektubun “biz”e çok aşina
geldi.
İspanyol
Fatih Cortes’in yüzyıllar önce Meksika’yı işgali ve
Aztekli La Malince’yi zorla elde etmesinin (La Chingada)
yarattığı yalnızlık dolambacını bir başka Meksikalı
ozan, “Meksikalı gönlünü dağlayan yalnızlıktan / ayırt
edilmez bir tutsak olur, çıkar” diyerek ifade ediyor.
Bu derin yalnızlık bağımlılığı, senin ifadenle “Meksikalı
kendisini aramaya itmiştir. Ama ne kendisi olmak ister,
ne de kendisi olacak kadar yüreklidir… Meksikalı yalnızlığını,
ondan kurtulmak ümidiyle değil, ondan kurtulma korkusuyla
yaşar… aldırmazlık, boşvermişlik, yaşamı gizleyen
ölü maskelerdir. Meksikalı kendini hayat ve ölüme
kapamıştır. Meksikalının yaşamı aslında yitip gitmiş
ama yitirdiği biçimini yeniden bulacağını ümit eden
bir yaşamdır. O yüzden Meksikalı ancak fiesta’sında
–ölmüş azizlerini topluca andığı uğultulu ve coşkulu
bayram günlerinde- yalnızlığını unutur, maskelerini
atar ve sadece o günlerde kendisi olarak açığa çıkar..
Fiesta, yaşamındaki tek hovardalıktır.”
“Biz”im
yıkımımızdan çok önce, Mezopotamya’ya atıf olarak
sizin bölgenizin uygarlıklar beşiği anlamında “Mezoamerika”
olarak tanımlanmasını sağlayan Maya, İnka ve Aztek
uygarlıklarının vahşice yok edilmesi, sizin modern
tarihinizin başlangıcını oluşturuyor. Doğrusunu istersen
bu tarihten itibaren yaşadığınız trajik Katolikleşme
süreci, Fransız devriminin etkisi, her seferinde esmer
Meryem resimlerinden oluşan sancakların çekilmesiyle
başlayan ayaklanmalar sonunda kazanılan bağımsızlık,
yeni kurulan cumhuriyetin oligarşiye dönüşmesi, yozlaşma,
batıcılık ve pozitivizmin tahribatı, yeniden maneviyata
dönüş arayışları gibi acıklı Meksika tarihinden “biz”e
benzeyen o kadar çok tema var ki… Uygarlığınızın yıkımı
sonrasında oluşan görkemli yorgunluk, La Chingada
psikolojisi, maskelerin ardına gizlenen derin yalnızlık
ve fiestasıyla Meksika, Atlantik ötesinin Türkiyesi
gibi…
Biz
de o görkemli yorgunluğu yaşıyoruz Senyör Paz! Bizim
de bir tür La Chingada travmamız var. Dinimiz ve Anadolumuz
dışında bir çok şeyimizi kaybettik. Biz de “suskun
ve kederliyiz…” Bizim de Batı’lı zorbalardan sonra
yerli zorbalarımız hiç eksik olmadı. Bizde de egemen
elitler, Avrupa hayranlığı ve yerli nefretine sahip.
Bizim aydınlarda “biz”i hiç sevmedi Bay Octavio; sizden
farklı olarak, bizim yalnızlık labirentimiz güven
yitimi ve unutma temelinde oluştu. Borges’in diliyle,
“unutmanın affetmek” olduğunu bile bile, kendi travmamızı
hatırlamayan bir tarihsizliğe mahkum edildik. Bizde
maskeler taktık; dinselliğimiz, cinselliğimiz, ideolojilerimiz,
statümüz, paramız ve yoksulluğumuzdan maskeler yapıp
duruyoruz. Bizim La Chingada’mız, iğfal edilmişlik
duygusu olarak şekillenmedi. Çünkü sömürge olmadık
hiçbir zaman ama biz de “güven yitimi” olarak yerleşti.
Kendimize, birbirimize, inançlarımıza, ülkemize, toprağımıza.
Devlete, Tanrı’ya… Her şeye güvenimizi kaybettik.
Bizim burjuvazi de devletten doğdu ve şimdi de devlete
el koymaya çalışıyor. Yeterli oldu mu bilmem ama Bay
Paz, Meksika’yla aynı enlemdeyiz işte. Ve siz bunca
serüvenden sonra, NAFTA Üyesi oldunuz ve biz de Avrupa
Birliği’nin kapısındayız.
Bereket
ki, biz kendimizi yaşama ve ölüme kapatmadık. Hala
yaşıyor ve çokça ölüyoruz. Yaşamı da, ölümü de seviyoruz.
Bu bizim yalnızlık dolambacının diyalektik değil,
paradoksal oluşunu da açıklıyor sanırım. Ne tam anlamıyla
kapanıyor, ne de açılıyoruz. Topluca kutladığımız
bayramlarımız yani fiestamız yok bizim. Parçalı, çoğul
ve çelişik biraradalıklar toplumuyuz. Aynı anda sevinç,
acı, hüzün, aşk ve nefret içeren bir kutupyıldızımız
var. Hem çalışkanız hem tembel, hem kederliyiz hem
sevinçli, hem zenginiz hem yoksul…
“Meksikalı,
kendini açıklarken saklama gereksinimi duyar” diyorsunuz.
Biz, kendimizi hem açıklar hem de saklarız. Çünkü
biz imparatorluğumuzu yenilmeden kaybetmiştik Bay
Paz. Tam ve kesin olarak teslim olmadan yıkılmıştık.
Yaşadığımız travma; imparatorluğu kaybedip imparatorluk
fikrini kaybetmediğimiz için, muharebeleri kazanıp,
savaşı kaybettiğimiz için, güveni yitirip umudu yitirmediğimiz
için sizden farklı olarak şizofren sonuçlar yarattı.
Biyopolitiğimiz ve sosyal genetiğimiz, yaşadığımız
tahribatın izleriyle doludur. Her sorunu kendimize
yoldaş kılar, her acıdan yeni bir düzen kurabiliriz,
Senyör Paz. Biz yeri gelir “düğüne gider gibi ölüme
gideriz”, gün olur “kardeş katlinden devlet ebed müddet”e
ulaşırız. Biz “sever, kavuşamayız, aşk olur”, bay
Paz ve biz bu “aşkı göğsümüzde bir kurşun gibi taşırız”…
Ne denizlere ne yıldızlara merak duymayız. Çünkü en
çok birbirimizi merak ederiz, ‘birbirimiz’ kör ve
sağır eder bizi. Matematiğimiz de, entrikamız da iyidir.
Sokaklarına tükürdüğümüz vatanımızı çok severiz. En
çok kavaklar ve selviler altında dinleniriz. Unutmak
milli hasletimizdir, biliyor musun? En fazla yarayı
hafızamızdan almışız sanki. “Öncesiz ve sonrasız”
yalnızlığımızı teskin etmek için başvurduğumuz bilinçli
bir yöntemdir, unutmak. Geçmişi, sessizce terk eder
ve hiç yaşanmamış gibi davranırız. Yıkılışımız üzerine
dahi pek düşünmeyiz. Yalan tarihlerle üzerini ustaca
örtüp geçiştiririz. Maskelerimiz de unutmamıza yardımcı
olur. Bir tür kaçıştır bizimkisi.. Yalnızca gerçeğimizden
değil, geleceğimizden bile kaçıyoruz. Aynalardan hiç
hoşlanmayız ve bize ayna tutan her şeyden nefret ederiz.
Belki de bu yüzden, en kalabalık nüfusumuz renksiz,
kokusuz, fikirsizlerdir. Ve unutmak için söze sığınır,
yazıyı sevmeyiz. Bedenimizi çok hor kullanırız. Ayaklarımızı
baş, başlarımızı ayak yaparız. Kolay üretir, çabuk
tüketiriz. Ruhumuz acıyla sevinir, coşkuyla hüzünlenir.
Hatırlamak istemediğimiz yıkılıştan önceye –cennete-
dönüş özlemi ile yetim kalmışlık duygusundan oluşan,
geleceğe –belirsizliğe- yürüme zorunluluğu arasında
sıkışmış kalmışız.Bahsettiğin türden, Eski Yunan’da
Achean uygarlığının yıkılışından sonra ortaya çıkan
Orpheus inancı gibi, biz de yalnızlığımız ve yıkıntılarımız
arasından muhteşem geri dönüşümüzü sağlayacak bir
yurt özlemi duyuyor, cennet düşleri kuruyoruz. Bilirsin;
Orpheus, hem yetim/öksüz, hem boş/hiç anlamına gelir.
Dünyanın merkezinden kovulduk ve o merkeze yeniden
varma arzusunu terk etmedik. Bizim yalnızlık labirentimizin
tüm odalarında yitik umutlar, kaybolmuş ruhlar, yok
edilmiş düşler var. Şairin diliyle “yalnızlık, sigara
külü kadar yalnızlık”tır bizimki.
İşte
böyle Senyör!… Paradoks, karmaşa, çöküş ve doğum sancısını
aynı anda-şimdi!-yaşayan bir ülkeyiz.
Siz,
son beşyüz yılın ‘toprak ve özgürlük’ isyanlarından
NAFTA Üyeliği’ne ve NAFTA’ya karşı Chiapas ormanlarındaki
Zapatista romantizmine geldiniz.
Biz,
son ikiyüz yılın çöküşünü hala yaşıyoruz. Çöküşün
restorasyonu ile ayağa kalkma çabalarının naif ve
ürkek kıpırdanışlarını birlikte duyumsuyoruz. Senin
ifadenle “benzerliklerden doğan anlaşmazlıkların,
uzlaşmayı güçleştirecek ölçüde bölücü dinamiği” her
şeyimize damga vuruyor..
Senyör
Paz, Meksika ve tüm Latin Amerika’nın politiği üzerine
gözlemlerinize aynen katıldığımı belirtmem gerek.
Hem uzaktan da olsa bildiğimiz kadarıyla sizin ülkeleriniz
adına, hem de aynı koşulların benzer diyalektiği bağlamında
bizim adımıza, haklı ve gerçekçi tespitleriniz var.
Diyorsunuz ki, “..Bağımsızlık, İspanyol egemenliğine
son verdi. Ama yerine diktatörler, oligarşiler geçti.
İspanyol Amerikas’ında ; bağımsızlık, özgürlük, demokrasi,
endüstri devrimi, yalnızca sömürge düzeninin çıkarcı
kalıntılarına hizmet etti. Özgürlükçü demokrasi ideolojisi,
tarihsel koşullarımızın somut gerçeğini (sömürüyü)
yansıtmadığı gibi, onu ancak gizlemeye yaramış; siyasal
yalan (politika yapmak) bir kurum olarak geliştirilip
anayasa güvencesine dayandırılmıştır. Bu çelişkinin
toplum ahlakı üzerindeki olumsuz etkileri ölçülemeyecek
derecede derin olmuş, ulusal varlığımızı temelinden
sarsmıştır. Yalan dolan düzeni içinde görünüşte son
derece rahatsızmış gibi davranırız. Oysa yüzyıllardan
beri bir yandan derebeyci oligarşilere kulluk ederken,
ötede özgürlükten söz açan yönetimden çekmediğimiz
kalmamıştır. Ciddi ve gerçek bir yenileşme için ilk
önlem olarak yasallaşmış yalana karşı acımasızca savaş
açmak zorundayız. Ülkelerimizi turistlerin ve demagogların
şirin bulduğu ören yerleri olmaktan kurtarmak ve gerçekten
çağdaş bir toplum yapmak amacımız olmalı. Tepemizdeki
yeni buyurganlar, İspanyol sömürgeciliğinden çok başka
nitelikteki dış güçlerle bütünleşmiş olup, uluslar
arası kapitalizmin çıkarları için çalışıyor.”
Doğru
ve acı konuşuyorsunuz, Bay Paz. Bunlar bizim utancımız
ve ayıbımız. Bizler savaşlarda yenilmeyi dahi, onuruna
yediremeyen halklarız. Ama künhüne bir türlü varamadığımız
bize yabancı yeni tür düşmanlarla, yeni yöntemler
ve araçlarla süren savaşsız yenilgilerle baş edemiyoruz
işte. Kendimizi savunmak için ya kaybedeceğimiz kavgalarda
taraf oluyoruz ya da içi boş hamaset demagojileriyle
oyalanıyoruz. ‘Oyun’u doğru okuyup, kendimiz olarak
ve geçmişten çok geleceğe odaklanarak düşünmeyi denesek,
belki bir çıkış yolu bulabileceğiz. Galiba açık ve
net bir ‘biz’ tarifi yapıp, şaşmaz değerlerden kurulu
-ahlak, adalet, özgürlük, hukuk gibi- prensipleri
kararlılıkla sahiplenecek yeni nesiller yetiştirmekle
işe başlayacağız. Ve tabi, o yalnızlık denen ölümü
yenmek için paylaşmayı, güveni, umudu ve onuru hiç
ama hiç terk etmeyeceğiz.
Ne
olursa olsun, ‘Biz’ ler Bay Paz, hep varolacağız
ve bir gün o ayışığına tutunan denizlere karışacağız.
Şairimiz Cemal Süreya’nın dizelerindeki gibi, “demiş
ki uçurumda açan çiçek / yurdumsun ey uçurum”
Pancho
Villa’ya, Zapata’ya, ‘Şeker Portakalı’ Vasconcelos’a
ve – her ne kadar Fransız bağlantısını çözemesem ve
ikinci bir Regis Debray olmadığından emin değilsem
de- Subcomandante Marcos’a ve tüm Zapatistalara çok
selam, Senyör.
Hoşçakal…
(*)
Yalnızlık Dolambacı, Oktavio PAZ, Cem Yayınları İstanbul/1990,
Çev: Bozkur Güvenç